27 Ağustos 2016 Cumartesi

Lisans derecesi ile Doktora (PhD) nedir? Nasıl kabul alınır?

Bu blog yazımda sizlere lisans derecesi ile doktoraya kabul edilme sürecini ve master derecesi ile doktoradan farkını anlatmaya çalışacağım.
Çoğu kişinin bildiğinin aksine doktoraya başlamak için master derecesi zorunlu değildir. Bütünleşik doktora denilen lisans derecesi ile doktora eğitimi seçeneği de mevcuttur. Normalde 4 yıl olan doktora eğitimi, bütünleşik doktora için 5 yıldır ve totalde 14 ders alır bir de tez yazarsınız. Pek çok üniversitede doğrudan doktora ve master derecesi ile doktora için ayrı kontejanlar açılır ve giriş koşulları farklılıklar gösterir. Çoğu zaman doğrudan lisans derecesiyle başvuran öğrencilerin karşılaması gereken koşullar daha zor olacak şekilde belirlenir. Örneğin temel bilimler bölümleri ve mühendislikler için koşullar genelde; master derecesi ile başvuran öğrenci için, 2.5 lisans ortalaması, 3.0 master ortalaması, 55 ALES, 55 YDS şeklinde iken, lisans derecesi ile başvuran öğrenci için 3.0 veya 3.20 lisans ortalaması, 75 ve ya 85 ALES, 55 YDS şeklindedir ve üniversiteye bağlı olarak başvuru sürecinizde size sponsor olacak, yani tez danışmanlığınızı yapmayı kabul edecek hocayı da bulmuş olmanız beklenir. Yazının devamında istenen koşulları tek tek inceleyeceğiz.


Not Ortalaması

Not ortalaması (GPA) akademik kariyer düşünüyorsanız en çok dikkat etmeniz gereken unsur. Eğer lisans ortalamanız 3'ün altındaysa doğrudan doktora fikrini tavan arasına kaldırmanız gerekiyor ne yazık ki. Peki ortalama kabul edileceğiniz anlamına geliyor mu? 3.25 ve üzeri ortalamanın şansınızı artıracağı açık, fakat lisans derecesi ile başvurduğunuz için zaten master yapanların gerisinde kabul edildiğiniz için öne çıkmak istiyorsunuz ortalama tek başına yeterli olmayacaktır. Asıl önemli olan ise çalışmak istediğiniz alanda aldığınız giriş dersleri ve bu derslerin notları ile son 2 yılınızdaki not ortalamanızdır. Transkripleri incelerken 1. sınıfta kaldığınız havuz dersi kimsenin umurunda olmaz, ama 4. senenizde iki kez tekrar edip DD ile geçtiğiniz alan dersi şansınızı biraz azaltabilir. Dolayısıyla akademik kariyer hayalleriniz varsa son iki sene ipi sıkı tutmak sizin yararınıza olacaktır.

YDS/TOEFL/IELTS

Lisansüstü eğitim için İngilizcenin öneminden bahsetmeye gerek yok. İngilizce bir bölümde okuyacaksanız elbette akademik düzeyde bir bilgi şart. Bütünleşik doktora programları için istenen YDS puanı genelde 55 olarak belirtilir. Bu YÖK tarafından zorunlu kılınan bir kriter olduğu için tüm üniversitelerin ortak beklentisidir. YDS puanı yanısıra bazı üniversiteler (Örn. Boğaziçi, Bilkent) kendi dil sınavlarını geçmenizi ya da TOEFL ve ya IELTS puanı belirtmenizi isterler. Örneğin IELTS için 6.5 kabul için yeterli skordur. Peki bu sınavları geçemezseniz ya da kaçırırsanız ne olur? Bazı bölümler tüm belgeler tam değilse başvurunuzu direk reddederken çoğu bölüm ve üniversite size sınavları ilk dönem başlayana kadar tamamlama hakkı sunar ve 'şartlı kabul' verir. Conditional offer olarak da bilinen şartlı kabul bir sınavı tamamladığınızda kabul alacağınız anlamına gelir. Sabancı Üniversitesi gibi bazı üniversiteler ise öğrenciyi kabul eder ve sınavı ilk dönemin bitişine kadar tamamlamasını isterken Boğaziçi Üniversitesi şartlı teklif göndererek belirtilen süre içerisinde sonuçları iletmenizi ister. Siz yine de sınavlara erkenden girerek olası bir düşük not durumunda hazırlanıp tekrar girmek için kendinize zaman tanısanız iyi edersiniz. İleri zamanlarda yabancı dil sınavları ile ilgili daha detaylı bir yazı yazmayı planlıyorum.

ALES

ALES için de yabancı dil sınavlarındaki esneklik geçerlidir. Çoğu üniversitenin başvuru süreci ALES Bahar dönemi sınavından önce bitmiş olduğu için başvurunuzu yaptığınızda sınav sonucunuzun elinizde olması beklenmez. Boğaziçi Üniversitesi'nin başvuru kataloğunda olduğu gibi bu konuda bazı yanıltıcı bilgilerle karşılaşabilirsiniz. Fakat ALES skorunuz olmadan başvuru yapabilirsiniz. Şartlı kabul alır, sınav belgenizi gönderdiğinizde kayıt yapmaya hak kazanırsınız. ALES de YÖK tarafından zorunlu kılındığı için puanınız olmadan doktoraya başlayamazsınız. Peki ALES skorunun kabul edilmedeki payı nedir? Eğer TUBİTAK bursu alabilecek kadar yüksek bir ALES skorunuz (90-100) yoksa kaç olduğunun çok da bir önemi yok. Zira belirttiğim üzere çoğu üniversite sonuçlarınız gelmeden kabul edilip edilmediğinizi açıklamış oluyor. 

Peki ALES sınavını kaçırdınız ve 1 dönem fazladan beklemek zorunda kaldınız. Bu durumda ETS adındaki Amerikan bir firmanın yaptığı GRE sınavı ALES yerine sayılmaktadır. Bu yalnızda sayısal ALES skoru için geçerlidir. GRE her 10 günde bir yapılan ücretli bir sınavdır. Sınav bilgisayar üzerinden yapılır ve sonuçları sınav bitiminde alırsınız. Skorlar 170 üzerindendir ve sınav ALES'e oranla daha kolaydır. 

Referans Mektupları

Referanslarınız not ortalamanızdan sonra en önemli etken. Özellikle çalışmak istediğiniz alanda isim yapmış hocalardan alacağınız detaylı ve pozitif yorumlar içeren bir referans mektubu kabul edilmenizde çok önemli bir faktör olacaktır. Doktora için en az 3 referans mektubuna ihtiyacınız var. Adına mektup demiş olsak da artık elden alınan referans mektubu sistemini kullanan üniversite sayısı oldukça azaldı. Başvuruları online olarak yaptığımız için referans olmasını istediğimiz hocalara birer email gidiyor ve onlar da gelen formu doldurarak referans mektubumuzu yazmış oluyorlar. Bu konuda dikkat etmeniz gereken ise referansların takipçisi olmak. Sistemlerden kaynaklanan hatalar yüzünden bazen mektuplar yüklenmeyebiliyor ya da hocalarımızın yoğun zamanlarına denk geldiğimizde unutabiliyorlar.

Birlikte Çalışacağınız Hoca

Geldik doktora sürecinin en önemli şartına. Bazı üniversiteler doğrudan 'sponsor hoca' bula şartı belirtirken çoğu üniversitede de böyle bir şart yoktur. Fakat özellikle bursla asistan olarak doktora öğrencisi alan özel üniversiteler için birlikte çalışacağınız hocayla önceden görüşmeniz çok önemlidir. TUBİTAK bursunuz yoksa mülakata gitmeden önce bir hocanın "Ben bu öğrenci ile çalışabilirim." diyerek fakülte kuruluna sizi önermesi sizin kabul edileceğiniz anlamına gelir. Bunun için en kestirme yol kendi hocalarınızdan birinin sizi doktora yapmak istediğiniz üniversitedeki hocaya önermesidir. Fakat hocalarınız yardımcı olamayacaklar ise çalışmak istediğiniz hocalara mail atarak randevu isteyebilirsiniz. Görüşmeden önce çalışma alanınıza karar vermiş olmanız ve o alanda bilgi sahibi olmaya çalışmanız bu süreçte önemli olacaktır. Bu aşamada ısrarcı olmanız gerekebilir. Çünkü hocaların boş zamanını bulmak kolay olmayabiliyor. İstekli olduğunuzu göstermek açısından da ısrarcı olmak avantajınıza olacaktır.

Mülakat, Alan Sınavı

Bazı üniversiteler doktoraya sınavla öğrenci kabul ederken bazıları mülakatla bazıları ise her ikisi ile öğrenci almaktalar. Bu konu hakkında söylenecek çok da bir şey yok aslında. Sınavlar alan sınavı olup 1. sınıftan 4. sınıfa kadar alan derlerinden soruları içerirler. Bazen iki aşamalı sınavlar da olabilirler. İlk aşamada ilk 2 seneden giriş dersleri ikinci aşamada ise daha detaylı alan soruları olur. Sınavı geçememek genelde başvurunuzun reddedilmesi anlamına gelir. 

Mülakatlarda ise en az 3 hoca olur ve sizden kendinizi tanıtmanız dışında genel kültür, çalışmak istediğiniz alanla ilgili haberler, gelişmeler ve derslerle ilgili pek çok soruya cevap vermeniz beklenir. İngilizce bölümler için mülakatlar da İngilizce yapılır ve 20 dakika civarında sürer. Özellikle kendinizi tanıtma aşamasında söyleyeceklerinizi önceden prova etmeniz yararınıza olacaktır. 


Benim sizlere bu konuda verebileceğim bilgiler şimdilik bu kadar. Konuyla ilgili sorularınız olursa, yorum ya da email yoluyla ulaşabilirsiniz. Bol şanslar!

16 Ekim 2015 Cuma

Bilimsel Film İncelemesi: 5 maddede The Martian (Marslı)


Şu sıralar vizyonun en ses getiren filmi olan Marslı, Marsa ayak basan ilk insanlar olan bir grup astronottan Mark Watney'in (Matt Damon) Marsta bırakılma, hayatta kalma ve NASA'nın uğraşları sonucu kurtarılma hikayesini konu alıyor. Filmin zekice kurgulanmış yaratıcı senaryosuna (ki bu durum için kitabın yazarı Andy Weir'a kredi vermek gerek) diyecek yok elbette. Fakat bilimsel dayanak kısmına gelecek olursak filmin gözden kaçırdığı ya da seyircinin gözden kaçıracağını düşündüğü bir kaç detaydan bahsetmek gerek...

1. Fırtına


Filmin tüm senaryosu Marsta meydana gelen, Watney'in kaybolmasına ve akabinde ekibin onu öldü sanarak bırakıp dünyaya dönmesine yol açan devasa fırtına ile başlayan olaylar üzerine kurulu. Fakat Marsta zaman zaman fırtınaların oluşması için uygun iklim koşulları meydana gelse de kızıl gezegenin atmosferi dünyanın %1'i kadar bir yoğunluğa sahip olduğundan bu denli şiddetli bir fırtınanın oluşması tamamen imkansız. Gezegende haftalar süren fırtınalar en fazla saatte 100 kilometre hıza ulaşabiliyor. 100 km/s hızındaki bir rüzgar tam olarak şu şekilde gözüküyor:


Uçan insanlar ya da devrilen direkler görmek pek mümkün değil. Bu konuda sorulan bir soru üzerine yazarın cevabı ise; "Astronotları gezegenden göndermek için bir sebebe ihtiyacım vardı ve kendime biraz özgürlük tanıdım. Ayrıca fırtanın oldukça cool olduğunu düşündüm." olmuş. Filmin ilerleyen dakikalarında aynı fırtınayı bir kez daha görüyoruz. Bu defa da Watney'in hayatta kalma planı olan patates serası fırtınanın yıktığı çadırın içinde buz tutuyor. Ve tabii ki Mars atmosferinde bu fırtına da düşüneceğiniz üzere imkansız. Filmin kendiyle çelişen kısmı ise fırtınanın istasyonun kapısını alıp götürmesi üzerine bu sorunu naylon ve bant kullanarak çözmesi. Marsın mevcut koşullarında bu çözüm gayet mantıklı olsa da bunu gerekli kılan fırtına pek değil.

2. Yer Çekimi Yardımı (Gravity Assist)


Filmde Donald Grover  tarafından canlandırılan NASA Astronomu Rich Purnell ultra hızlı olduğunu tahmin ettiğimiz NASA süper bilgisayarında bir kaç gün sabahladıktan sonra dahice bir planla Jeff Daniel'ın Will MacAvoy 2.0 (Newsroom heeey?) karakteri olan NASA yöneticisinin yanına koşarak planını anlatıyor. Bu çılgın (?) planı ne daha önce duymus ne de anlatılanlara hakim olan NASA yöneticisi ise etrafındakilere bunun yapılabilir olup olmadığını soruyor. Buraya kadar her şey sıradan gözükse de, bu dahice plan aslında NASA tarafından oldukça bilinen bir kaçış planı. 1969'dan 1972 yılına kadar NASA tarafından yürütülmüş Apollo Programının planında herhangi bir motor arızası durumunda Ayın çekim güçünü kullanarak teğet manevrası ile dünyaya geri dönüş yer almaktaydı. Devamında da pek çok kez kullanıldı. Konuyla ilgili upuzun bir Wikipedia gönderisi bile bulunmakta. Daniels'ın karakterinin tepkisi tam da bunlar göz önüne alındığında oldukça manasız. "Yer çekimi yardımı mı o da ne!" Marslı bize gösteriyor ki yaptığı işten bihaber yöneticiler Türkiye'nin yanısıra Hollywood NASA'sında da yerini almış. 

3. Radyasyon


Daha önce bahsettiğim üzere Marstaki atmosfer dünyanın %1'i kadar. Bu tabaka ne kozmik ışınlar ne de güneşten doğrudan gelen zararlı UV ışınlarından gezegen yüzeyindekileri korumak için yeterli değil. Aynı şekilde manyetosfer tabakası da Marsı güneş ışınlarından korumak konusunda sınıfta kalıyor. Gezegenin bazı kısımlarında manyetik alan olsa da ışınlardan korunmak için oldukça yetersiz. Filmde Watney'in Marsta 500 sol (güneş günü) geçirdiğini görüyoruz. Marsta bir gün dünyadan yanlızca 39 dakika daha fazla. Ufak bir hesaplama ile Watney'in maruz kaldığı radyasyon miktarı nükleer santrallerde izin verilen yıllık radyasyon değerlerinin 40 katına tekabül etmekte. Yani bu süreç bir insan için kesinlikle ölümcül bir süreç. Üstelik filmde radyasyondan korunmak için sanal manyetik alan, koruyucu izolasyon malzemeleri gibi yöntemlere hiç değinilmiyor.

4. Marsta Su ve Patatesler


Filmde Mark Watney'i roket yakıtını Hidrojen ve Oksijene parçalayarak su elde ederken görüyoruz. Teorik olarak bu süreçte herhangi bir sorun olmasa da, patlama riski olmayan ve çok daha basit bir yöntem mevcut. 2002'de NASA tarafından yayınlanan bir haber "Found it! Ice on Mars" Mars yüzeyinde bol miktarda buz olduğundan bahsediyor. Watney'in kendini ısıtmak için kullandığı Plutonium'un radyoaktif bozunma ısısı buzları eritmek için baya kullanışlı olabilirdi.


Elde ettiği suyu patates yetiştirmekte kullanan Watney NASA imdadına yetişene dek karnını haşlanmış patates ile doyurmaya karar veriyor. Marsta bitki yetişir mi sorusunun cevabı; "Muhtemelen evet." Fakat Mars toprakları büyük ölçüde Perklorat (ClO4−) içermekte. Bir çeşit tuz olan bu mineral insanlar için oldukça zehirli. Bu tuzun bitkiye karışması muhtemelen ya yiyeni zehirler ya da bitkinin büyümemesine yol açardı. Watney'in yanı sıra ona danışmanlık yapan bilim adamları da bu konuya değinme gereği duymuyorlar. Bir diğer sorun ise organik atıkları gübre olarak kullanmak. İnsan atıkları arıtılmadığında zehirli patojenler içeriyor. Watney her ne kadar patojenler zaten sisteminde mevcut olduğundan kendi atığından hastalanmayacak olsa da gübre yapımında tüm ekibin atıklarını kullanıyor. Bu demek oluyor ki patatesleri yemeden önce pişirmesi oldukça isabetli olmuş.

5. Mars ve Yer Çekimi


Marstaki yer çekimi dünyanın neredeyse 3'te biri. Yani bir adımımız 5 metre olmasa da dünyadaki haraketlerin marsta farklı olacağı kesin. Örneğin 100 kiloluk bir insan Marsta yalnızca 37.7 kilo ağırlığında oluyor. Mars ve diğer gezegenlerde kilonuzu hesaplamak isterseniz şöyle buyrun. Neden hep birlikte Plütoya taşınmıyoruz? Ahem... Filmin genelinde ağır olduğunu tahmin ettiğimiz uzay kıyafetleriyle dolaşan Watney'in oldukça zor hareket ettiğini ve kıyafetleri çıkarında da adımlarında herhangi bir değişiklik olmadığını görmek biraz soru işaretleri uyandırıyor. Anlaşılan yapım ekibi 2 metrelik adımlarla ortalıkta zıplayan Matt Damon'ın pek de çekici olmadığına karar vermiş.


Tüm bunlardan sonra yine de belirtmeliyim ki The Martian bu yıl izlediğim en başarılı filmdi. İtiraf etmek gerekirse %100 bilimsel dayanağı olan bir film olsaydı esneyerek izleyeceğimiz 140 dakika ile sonuçlanması oldukça olasıydı. Filmin en güzel tarafı ise izlerken tüm şüpheciliğimizi bir kenara bıraktıracak kadar başarılı ve eğlenceli bir film olması. 

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Bir iOS Kullanıcısının Android ile İmtihanı


iPhone 4'ten beri Apple kullanıcısı olarak 4-5 aydır iPhone 5s kullanıyorum. Yurt dışında olduğum sırada telefonumla alakalı sorunlar yaşadığım ve anneme yeni bir telefon almak için Samsung Galaxy s5 mini edindim. Neden mini diye soracak olursanız, büyük telefonları sevmediğimi söyleyebilirim ve kısa bir süre için bile olsa çok radikal bir değişiklik yapmak istemedim.

İki telefonun özelliklerini kıyaslamayacağım. Böyle bir kıyaslamaya girmek için en azından s4 ya da s5 kullanıyor olmam gerektiğini düşünüyorum. Fakat kullanışlılık ve genel olarak Android iOS farklılıklarından dem vurmak istiyorum.

Öncelikle 3 yıl önce kullandığım telefonu saymazsak bir Android telefon ile ilk tecrübem diyebilirim. İlk olarak beni rahatsız eden özelliklerinden bahsetmek istiyorum: 

Telefondaki stock uygulama sayısı gereksiz yazılımlara verilen 'bloatware' ismini hakedecek derecede fazla. Hatta bu bloatware konusunda HP ne ise Samsung o olma yolunda. Telefon kutudan çıktığında içinde 2 sayfa dolusu uygulama oluyor ki bu uygulama yüklenebilir bir akıllı telefon için son derece yersiz. 

Yazılım güncellemelerini bulmak ve yapmak biraz meşakatli. Evet bunların otomatik gerçekleşmesi için ayar var elbette ama eğer güncelleştirmeleri manuel kontrol etmek istiyorsanız Samsung uygulamaları için Galaxy Store'u, firmware güncellemesi için sistem alt menüsünü diğerleri için de Google Play Store'u düzenli olarak ziyaret etmeniz gerekiyor. 

Uygulamaların izinlerini düzenlemek de Android için oldukça meşakatli bir iş. Örneğin; tek yapması gereken flashı açıp kapatarak lamba görevi görmek olan bir uygulama, uygulama içinde satın alma özellliğinden tutun da size anlık bildirimler göndermeye kadar uzanan bir liste halinde izin istiyor ve 'Terms of Usage' maddelerini okumadan Tamam'a basmaya alışmış bir nesil olarak çoğu zaman izinleri değiştirmeden kabul etmek daha cazip oluyor. Bu da Android'in açık yapısının gerektirdiği bir durum olsa da; tecrübesiz kullanıcı için kötü niyetli uygulamalara davet niteliğinde olabiliyor.

Bunların yanı sıra dikkatimi çeken ufak tefek şeyler de yok değil. Örneğin; tüm uygulamalarını 1 ya da 2 sayfada toparlamış birinin buna rağmen kalanları boş sayfa olmak üzere 5 sayfa içinde navigasyon yapmak zorunda kalması, telefon içine yüklenmiş uygulamaları bulmak için ana ekrandan kolayca ulaşılan bir anlık arama fonksiyonunun olmaması beni rahatsız eden detaylardan. Sanırım bu sonuncusunu Google Search fonksiyonunun telefonu da araması ile aşabiliyorsunuz. Fakat sonuç iOS'teki Spotlight'ın yerini tutacak kadar hızlı sonuçlar olmuyor. 

Gelelim Android'in sevdiğim özelliklerine. Widgets ile Briefing, Hava Durumu gibi detaylarin ana sayfamda görülebiliyor olması oldukça hoşuma gitti. Bunun haricinde Jailbreak kullanıcısı olarak Android'in özgür yapısından çok etkilenmemiş olsam da iki işletim sisteminin orjinal hallerini kıyasladığımda Android'i kurcalamaktan daha fazla zevk alacağımı belirtmem gerek.

Sonuç olarak Android ve iOS arasında hangisinin daha iyi olduğu tamamen kullanıcıyla alakalı bir durum. Kişisel fikrime gelince; her ne kadar Android kurcalamaktan ve kişiselleştirmekten zevk aldığım bir sistem olmuş olsa da düzenli kullanımda ve kullanım kolaylığı baz alındığında iOS'i tercih edeceğimi belirtmeliyim.